8 Mart 2015 Pazar

Ötelerden Misafir - Oku



Okuyuş Kadar Derin, Dokunuş Kadar Yakın

                Etrafı dört duvarla çevrili, güneş görmeyen küçük bahçesi, Şubat’ın çiseleyen yağmurlarıyla ıslanmaktaydı. Pencerenin çinkodan yağmurluğuna “şıp… şıp…” diye damlayan damlacıkların ahengine, küçük bir çocuğun kağıt karalama cızırtıları eşlik etmekteydi.
                Çocuk, henüz ya dört ya da beş yaşlarındaydı. Bahçelerine açılan demir kapıyı sonuna dek açmış, kapıdan içeriye vuran gökyüzünün grimsi şavkında boylu boyunca yere uzanmış ve önüne almış olduğu deftere bir şeyler çizmekle meşguldü.
                “Bir çocuğun okuyup okumayacağını anlamak için, onun önüne bir kalem ve de bir defter koyun. Eğer ki kalemi kazma niyetine kullanıp defteri param parça ediyor, ardından da sizin suratınıza bakıp “benim işim bitti bunla, nerde benim yeni oyuncağım!” dercesine ağlıyorsa, bu çocuk okumaz. Eğer ki zarar vereceğim korkusuyla kalemi bile çekinerek tutuyor, deftere küçük dokunuşlarla bir şeyler çizmeye çalışıyor, ardından da merak dolu gözlerle sizin gözbebeğinizin içine bakıyorsa, “haydi, öğretsene bana” dercesine… İşte o çocuk okuyuş kadar derin, dokunuş kadar yakındır bilgeliğin yollarında.”
                Yaşlılar her zaman doğruyu söyler mi bilinmez, ancak bu sözler bir çocuğun kaderini çizmekteydi.
                Oldukça fakir bir ailenin çocuğuydu, anne ve babası ona bakacak durumda olamadığı için üç aylığına dedesine emanet ettiler onu. Çok sessiz bir çocuk olmasına karşın, etrafındaki insanların bir şeyleri okuduklarını görünce küçük bedeni büyük bir merakla kaplanır, sabahleyin sizi uyandırmak için hoplaya zıplaya “zırrrr… zırrr…” diye çalan eski kurmalı saatlerin çekilmezliğiyle okuyanları soru bombardımanına tutardı, “Bu ne? Ne yazıyor burada? Bu hangi harf?” Henüz dört yaşındaydı, belki beş…
                Yazma tutkusuna yetmeyen kağıtlar, kağıt olma vasfından sıyrıldılar o’nun engin hayal deryasında. Bir mukavva da kağıttı onun için, eski bir aile fotoğrafının arkası, ya da albüm kapağının kartonu, güneş görmeyen bahçelerini çevreleyen duvarın düz bir parçası… Hepsi kağıtlaşmıştı. Bütün dünya yazılmayı beklenen bir kağıt gibiydi. O ise henüz dört yaşındaydı, belki de beş…
                Çocuk büyüdü ve okula gitmeye başladı. Pencereden kuşları seyrediyordu, öğretmenin öğrettiği harflere aldırmazcasına. Çünkü biliyordu hepsini, o’nun ufkunu genişletecek hiçbir şey yoktu birinci sınıfta.
                İkinci sınıf başlarken, velileri ve küçükleri bir kırtasiye alışverişi heyecanı sarmalar. Ana babalarıyla alışverişe çıkan küçükler, “şu renkli ve kokulu silgiyi istiyorum, spidermanlı çantayı al baba…” gibi istekler savururlar. O’nun babası ise, Star gazetesinin kuponlarını biriktirerek küçük bir çanta hediye etmişti ona. At yarışı oynamasına rağmen oğlunu düşünen bir baba sayılabilirdi belki.
                Anne, fakirliğin verdiği çaresizliğiyle, oğlunu dört beş yaşlarındayken emanet ettiği kendi ana-babasına koştu yine. “Baba, torunun ikinci sınıfa başlıyor. Kitap kırtasiye parasını karşılayacak mısın?” Çocuğun dedesi, yani annesinin babası kaşlarını çattı ve “O’nun babası var… Artık baba olmayı öğrenmeli. Nereye kadar ben bakacağım?” dedi.
                Anne, at yarışı izleyen kocasına “Oğlumuz ikinci sınıfa başlayacak, okuyacak. Kırtasiye masrafı 20 milyon (lira) kadar, verir misin?” dedi. Önce geçiştiren kocası, birkaç dakika içinde öfkeyle yerinden doğrulup “Veremem! Vermiyorum! Okumasın ne olacak!?” diye bağırdı. İhtimal o ki, üzerine oynadığı at kaybettiği için bu denli öfkeliydi.
                Çocuk, anne ve babasını seyretmekteydi. Annenin sesi kesilmişti.
                Saç diplerinden alnına doğru bir karınca ordusu dağılmakta, “Sağ ayağım, kalksana…” Kalkmıyor… “Sol tarafımı hissediyorum, peki ya sağ tarafım?” Uyuştu, karıncalandı gibi oldu sağ yanı. Annenin kulağında çınlamaktaydı o söz, “Okumasın… Okumasın! Okumasın… Okumasın!”
                Anne, 20 lira uğruna, 20 liranın tedavi edemeyeceği sinirsel bir kısmi felce uğramıştı. Düşleri felce uğramıştı. O çocuk okumalıydı…


                Okuyacaktı…

Umut Ramazan Sazçalar

0 yorum:

Yorum Gönder