Okuyuş Kadar Derin,
Dokunuş Kadar Yakın
Etrafı
dört duvarla çevrili, güneş görmeyen küçük bahçesi, Şubat’ın çiseleyen
yağmurlarıyla ıslanmaktaydı. Pencerenin çinkodan yağmurluğuna “şıp… şıp…” diye
damlayan damlacıkların ahengine, küçük bir çocuğun kağıt karalama cızırtıları
eşlik etmekteydi.
Çocuk,
henüz ya dört ya da beş yaşlarındaydı. Bahçelerine açılan demir kapıyı sonuna
dek açmış, kapıdan içeriye vuran gökyüzünün grimsi şavkında boylu boyunca yere
uzanmış ve önüne almış olduğu deftere bir şeyler çizmekle meşguldü.
“Bir
çocuğun okuyup okumayacağını anlamak için, onun önüne bir kalem ve de bir
defter koyun. Eğer ki kalemi kazma niyetine kullanıp defteri param parça
ediyor, ardından da sizin suratınıza bakıp “benim işim bitti bunla, nerde benim
yeni oyuncağım!” dercesine ağlıyorsa, bu çocuk okumaz. Eğer ki zarar vereceğim
korkusuyla kalemi bile çekinerek tutuyor, deftere küçük dokunuşlarla bir şeyler
çizmeye çalışıyor, ardından da merak dolu gözlerle sizin gözbebeğinizin içine
bakıyorsa, “haydi, öğretsene bana” dercesine… İşte o çocuk okuyuş kadar derin,
dokunuş kadar yakındır bilgeliğin yollarında.”
Yaşlılar
her zaman doğruyu söyler mi bilinmez, ancak bu sözler bir çocuğun kaderini
çizmekteydi.
Oldukça
fakir bir ailenin çocuğuydu, anne ve babası ona bakacak durumda olamadığı için
üç aylığına dedesine emanet ettiler onu. Çok sessiz bir çocuk olmasına karşın,
etrafındaki insanların bir şeyleri okuduklarını görünce küçük bedeni büyük bir
merakla kaplanır, sabahleyin sizi uyandırmak için hoplaya zıplaya “zırrrr…
zırrr…” diye çalan eski kurmalı saatlerin çekilmezliğiyle okuyanları soru
bombardımanına tutardı, “Bu ne? Ne yazıyor burada? Bu hangi harf?” Henüz dört
yaşındaydı, belki beş…
Yazma
tutkusuna yetmeyen kağıtlar, kağıt olma vasfından sıyrıldılar o’nun engin hayal
deryasında. Bir mukavva da kağıttı onun için, eski bir aile fotoğrafının
arkası, ya da albüm kapağının kartonu, güneş görmeyen bahçelerini çevreleyen
duvarın düz bir parçası… Hepsi kağıtlaşmıştı. Bütün dünya yazılmayı beklenen
bir kağıt gibiydi. O ise henüz dört yaşındaydı, belki de beş…
Çocuk
büyüdü ve okula gitmeye başladı. Pencereden kuşları seyrediyordu, öğretmenin
öğrettiği harflere aldırmazcasına. Çünkü biliyordu hepsini, o’nun ufkunu
genişletecek hiçbir şey yoktu birinci sınıfta.
İkinci
sınıf başlarken, velileri ve küçükleri bir kırtasiye alışverişi heyecanı
sarmalar. Ana babalarıyla alışverişe çıkan küçükler, “şu renkli ve kokulu
silgiyi istiyorum, spidermanlı çantayı al baba…” gibi istekler savururlar.
O’nun babası ise, Star gazetesinin kuponlarını biriktirerek küçük bir çanta
hediye etmişti ona. At yarışı oynamasına rağmen oğlunu düşünen bir baba
sayılabilirdi belki.
Anne,
fakirliğin verdiği çaresizliğiyle, oğlunu dört beş yaşlarındayken emanet ettiği
kendi ana-babasına koştu yine. “Baba, torunun ikinci sınıfa başlıyor. Kitap
kırtasiye parasını karşılayacak mısın?” Çocuğun dedesi, yani annesinin babası
kaşlarını çattı ve “O’nun babası var… Artık baba olmayı öğrenmeli. Nereye kadar
ben bakacağım?” dedi.
Anne,
at yarışı izleyen kocasına “Oğlumuz ikinci sınıfa başlayacak, okuyacak.
Kırtasiye masrafı 20 milyon (lira) kadar, verir misin?” dedi. Önce geçiştiren
kocası, birkaç dakika içinde öfkeyle yerinden doğrulup “Veremem! Vermiyorum!
Okumasın ne olacak!?” diye bağırdı. İhtimal o ki, üzerine oynadığı at
kaybettiği için bu denli öfkeliydi.
Çocuk,
anne ve babasını seyretmekteydi. Annenin sesi kesilmişti.
Saç
diplerinden alnına doğru bir karınca ordusu dağılmakta, “Sağ ayağım, kalksana…”
Kalkmıyor… “Sol tarafımı hissediyorum, peki ya sağ tarafım?” Uyuştu,
karıncalandı gibi oldu sağ yanı. Annenin kulağında çınlamaktaydı o söz,
“Okumasın… Okumasın! Okumasın… Okumasın!”
Anne,
20 lira uğruna, 20 liranın tedavi edemeyeceği sinirsel bir kısmi felce
uğramıştı. Düşleri felce uğramıştı. O çocuk okumalıydı…
Okuyacaktı…
Umut Ramazan Sazçalar
Umut Ramazan Sazçalar















0 yorum:
Yorum Gönder