Gerçekten çok fazla bağırıyorsun. Seninle sakin olmak istiyorlar. Ayağının adım attığı bu sokaklar, bu sokaklardaki insanlar onlar. Ben sana “kızıyorsun” ya da “öfkelisin” demiyorum. Onlar da öyle düşünmüyorlar zaten. Fakat sen konuşunca çok gürültü oluyor. Gerçekten çok fazla bağırıyorsun. Haftaları harcadın, gök adasının yeni yerindesin. Şaka maka bayağı yaşadın. Cebelleştiğin şeyler oldu; umursamadıkların da. Omzunun derisine eller değdi, ellere teşekkür ettin, eller seninle mutluydular. Sen Rebeus Hagrid gibi teşekkür etmeye alışmışsın ama eller senden Güvenpark’ta elinde gazetesiyle bankın birinde kafa dinlemeye çekilmiş, beyaz gömlekli, kurşûnî kazaklı, keten pantolonlu, altmış ya da yetmişlerinde, ömrü sessiz sessiz geçip giden nur yüzlü bir beyamca gibi teşekkür etmeni istiyorlar. Anlatabiliyor muyum?
Niye sessiz değildin? Şu anki suskunluğuna ulaşman niye bu
kadar zamanını aldı? Kaburgandan gelen dürtüyü genzinde bastırmak ya da süzmek,
elemek niye o kadar zordu ve şimdi niye bu kadar kolay?
Bak insan çocuğu… İnsan aslında hep sessizlikten kaçar. Deney
yapmışlar; birkaç insanı denemişler. Onları teker teker -9 desibel odalara
koymuşlar. Onlar bu sefer vücudunun içindeki sesleri duymuş. Mutlak sessizlik
beyne aykırı!
Uçabilseydik ve oksijene %100 muhtaç varlıklar olmasaydık gök
küreden çıktıktan sonra nasıl sesler duyardık ya da mutlak sessizlik mi olurdu
(0 desibel), hiç düşündün mü? Ben düşündüm ama bir şey bulamadım; şimdi onu
karıştırmayalım. Benim sessizlik’ten kast ettiğimin tümü fizikî ve fizyolojik
olarak ses duyup duymamak değil. Sanırım kavramları karıştırıyoruz ya da
yetersiz kullanıyoruz.
İnsanlar tek başınayken daha sessiz olmayı, daha sakin
kalmayı tercih eder. Başka insanlarla bir araya gelmeyi, bu sakinlikten
sıkıldıkça isterler; durduk yere değil aslında. Başka insanların seslerinden ve
kendilerinin de birer parçası oldukları gürültüden ya da en azından “sessiz
olmama”lardan sıkıldıkça da sessizlik ararlar, yalnız kalmak isterler. Erkan
Oğur’un bir konserine gitmiştim. Üstâd şöyle demişti: “Müzik, ses ve
sessizlikten oluşan bir bütündür”. İşte bu! Tam Wertheimer, Köhler, Perlz gibi
hacı hocalarımızın ilgilendiği konu. İnsanların müziği niye sevdiğini şimdi
bundan hareketle açıklayabiliriz: fazla seslilik ve tamdan az sessizlik arasında
gidip gelen canlı türü, fazla sesliliği ve tamdan az sessizliği bir arada
içeren bu oluşumu bu yüzden seviyor. İhtiyaçları olan fazla sesliliğe ve tamdan
az sessizliğe doğal olarak ve kendiliğinden erişebiliyorlar. Bu arada, bir
şeyin kendiliğinden ve doğal olarak gerçekleşmesi ile çok kısa bir süre
arasında gerçekleşmesi arasındaki farkı anlayabiliyor musun? Nasıl açıklasam…
Örneğin: Dinliyor olduğun bir şarkı bitince o oluşumun
parçaları –sesleri kast ediyorum– eğer sen kafandan tekrar etmezsen fizikî
olarak kaybolur. Onları duymaz olursun. “Sesi duyuyor olma”dan “sesin
gelmemesi”ne geçiş bir “an”dır, yani lâhza. Nanosâlise bile değil. Tam
sıfırıncı saniye! Kendiliğinden oluşmak doğaldır, sıfırıncı saniyededir. Süresi
yoktur.
Nerden nereye geldik… Ne diyordum ben? Ha. Eskiden niye
sessiz-sakin değildin? Çok daha önceleri aşırı sıklıkta sessiz-sakin kalmıştın
da ondan insan çocuğu, ondan. Beyninde seslilik eksikliğinin dengelenmesi
gerekiyordu. Şu an dengelenmiş durumda. O yüzden ki bazen seslisin, bazen
sessizsin. İnsanların senden istedikleri zaten bu. Hayat
ya bir şeylere sahip olmaya başlamak ve devam etmektir ya da yalnızca olmak’la
yetinmektir. Ben bunu ne diye söyledim şimdi? Zürafanın boynundaki ö harfi,,,
11.3.’15
11:34
Ankara
Rumuz: Eski İskele Yarasası
Rumuz: Eski İskele Yarasası















0 yorum:
Yorum Gönder