12 Mart 2015 Perşembe

Seslilik ve Sessizlik Arasında



Gerçekten çok fazla bağırıyorsun. Seninle sakin olmak istiyorlar. Ayağının adım attığı bu sokaklar, bu sokaklardaki insanlar onlar. Ben sana “kızıyorsun” ya da “öfkelisin” demiyorum. Onlar da öyle düşünmüyorlar zaten. Fakat sen konuşunca çok gürültü oluyor. Gerçekten çok fazla bağırıyorsun. Haftaları harcadın, gök adasının yeni yerindesin. Şaka maka bayağı yaşadın. Cebelleştiğin şeyler oldu; umursamadıkların da. Omzunun derisine eller değdi, ellere teşekkür ettin, eller seninle mutluydular. Sen Rebeus Hagrid gibi teşekkür etmeye alışmışsın ama eller senden Güvenpark’ta elinde gazetesiyle bankın birinde kafa dinlemeye çekilmiş, beyaz gömlekli, kurşûnî kazaklı, keten pantolonlu, altmış ya da yetmişlerinde, ömrü sessiz sessiz geçip giden nur yüzlü bir beyamca gibi teşekkür etmeni istiyorlar. Anlatabiliyor muyum?

Niye sessiz değildin? Şu anki suskunluğuna ulaşman niye bu kadar zamanını aldı? Kaburgandan gelen dürtüyü genzinde bastırmak ya da süzmek, elemek niye o kadar zordu ve şimdi niye bu kadar kolay?

Bak insan çocuğu… İnsan aslında hep sessizlikten kaçar. Deney yapmışlar; birkaç insanı denemişler. Onları teker teker -9 desibel odalara koymuşlar. Onlar bu sefer vücudunun içindeki sesleri duymuş. Mutlak sessizlik beyne aykırı!

Uçabilseydik ve oksijene %100 muhtaç varlıklar olmasaydık gök küreden çıktıktan sonra nasıl sesler duyardık ya da mutlak sessizlik mi olurdu (0 desibel), hiç düşündün mü? Ben düşündüm ama bir şey bulamadım; şimdi onu karıştırmayalım. Benim sessizlik’ten kast ettiğimin tümü fizikî ve fizyolojik olarak ses duyup duymamak değil. Sanırım kavramları karıştırıyoruz ya da yetersiz kullanıyoruz.

İnsanlar tek başınayken daha sessiz olmayı, daha sakin kalmayı tercih eder. Başka insanlarla bir araya gelmeyi, bu sakinlikten sıkıldıkça isterler; durduk yere değil aslında. Başka insanların seslerinden ve kendilerinin de birer parçası oldukları gürültüden ya da en azından “sessiz olmama”lardan sıkıldıkça da sessizlik ararlar, yalnız kalmak isterler. Erkan Oğur’un bir konserine gitmiştim. Üstâd şöyle demişti: “Müzik, ses ve sessizlikten oluşan bir bütündür”. İşte bu! Tam Wertheimer, Köhler, Perlz gibi hacı hocalarımızın ilgilendiği konu. İnsanların müziği niye sevdiğini şimdi bundan hareketle açıklayabiliriz: fazla seslilik ve tamdan az sessizlik arasında gidip gelen canlı türü, fazla sesliliği ve tamdan az sessizliği bir arada içeren bu oluşumu bu yüzden seviyor. İhtiyaçları olan fazla sesliliğe ve tamdan az sessizliğe doğal olarak ve kendiliğinden erişebiliyorlar. Bu arada, bir şeyin kendiliğinden ve doğal olarak gerçekleşmesi ile çok kısa bir süre arasında gerçekleşmesi arasındaki farkı anlayabiliyor musun? Nasıl açıklasam…

Örneğin: Dinliyor olduğun bir şarkı bitince o oluşumun parçaları –sesleri kast ediyorum– eğer sen kafandan tekrar etmezsen fizikî olarak kaybolur. Onları duymaz olursun. “Sesi duyuyor olma”dan “sesin gelmemesi”ne geçiş bir “an”dır, yani lâhza. Nanosâlise bile değil. Tam sıfırıncı saniye! Kendiliğinden oluşmak doğaldır, sıfırıncı saniyededir. Süresi yoktur.

Nerden nereye geldik… Ne diyordum ben? Ha. Eskiden niye sessiz-sakin değildin? Çok daha önceleri aşırı sıklıkta sessiz-sakin kalmıştın da ondan insan çocuğu, ondan. Beyninde seslilik eksikliğinin dengelenmesi gerekiyordu. Şu an dengelenmiş durumda. O yüzden ki bazen seslisin, bazen sessizsin. İnsanların senden istedikleri zaten bu. Hayat ya bir şeylere sahip olmaya başlamak ve devam etmektir ya da yalnızca olmak’la yetinmektir. Ben bunu ne diye söyledim şimdi? Zürafanın boynundaki ö harfi,,,

11.3.’15
11:34

Ankara
Rumuz: Eski İskele Yarasası

0 yorum:

Yorum Gönder