Mevsim gibiydi; hani başlar ve
biter. Belli tarihleri vardır aslında ama o var olan tarihler birkaç gün erken
ya da sonra olabilir. Hatırladığım tek şey, yağmurlu bir sabahtı ve başımda dün
gece içtiğim votkanın ağrısı oturmaktaydı. Telefonumda ne bir mesaj ne bir
çağrı vardı. Hızlıca bilgisayara yöneldim; facebook, mail kutuları, orası
burası derken ne bir mesaj ne de bir bildirim vardı. Üç gün geçti aradan. Bir arkadaşım sordu önce;
ne oldu diye. Konuşmuyoruz bu aralar pek dedim ve galiba sonra bu yalana
inandım.
Şu
an aradan beş yıl geçmiş durumda ve beş yıldan beri konuşmuyoruz bu aralar,
Sakarya, Kocaeli, İstanbul ve Bursa’da yaşadık. Evet beraber yaşadık. Ben saat
sattım, onun görev yaptığı hastanenin bulunduğu caddede, o işine gitti geldi
genelde. Evini rahat görebileceğim bir ev tutmuştum hep. Beş yıl boyunca, O
doktor maaşıyla, ben seyyar satıcı maaşımla geçindik. Aslında ayrı ayrı
geçinmiştik ama ağız alışkanlığı işte; geçindik.
Evet,
ara ara deli cesareti geldi, çıkıp yoluna avaz avaz bağırasım geldi ama
yapmadım. “Deli” de istersen ama yapmadım işte. Hatta annem bile farkındaydı
olayın, gelip o konuşmak istedi, ben annemin de yapmaması uğraştım ve başardım.
Bir aralar vazgeçmek üzereydim ondan. Araştırıp doktor olduğunu öğrendiğim bir
lavuk vardı, eli yüzü bozulmak için yaratılmış bir lavuktu sanki. Ellerini
birbirine sürterek yürürdü yolda. Hoş arabası da vardı, aslında tam O’nun
istediği bir adamdı. Sırf bu yüzden dönüp arkamı gitmek geldi içimden.
Depoladığım saatleri satıp, memlekete geri dönüp iş tutayım dedim.
Günlük
yirmi iki civarında saat satıyorum, on güne kalmaz elimdeki tüm saatler biterdi
ve cebimde beş bin türk lirası ile memlekete dönerdim. İlk üç gün her şey plana
uygundu, perdeye vuran gölgeler bile böyle söylüyordu; gitme vakti geldi. O
sıralar Ali Lidar okuyordum. “İtalyanca bilsem
sever miydin?” filan var aklımda. Dedim son bir kere çıkayım karşısına;
anlatayım beş yılı ve dört şehri. Beşinci şehre nasıl geldiğimizi ve buradan
neden gitmek istemediğimizi anlatayım. Akşam saatleriydi, O mesaiden gelmiş,
hatta yanında o lavuğu da getirmişti, ben ise kalan saatlerimin hesabını yapıp,
ince bir sigara sarmıştım.
Saat
biraz geç olmuştu, sigara üstüne sigara, şiir üstüne şiir. Bir tane de kâğıttan
uçak var masamda, masa ise pencereye dayalı. Perdeyi araladım, evinin
perdesinde iki tane gölge. Birisini hemen tanıdım; O. Ya diğeri? İşte o lavuk
bile kendini perde arkasından tanıtabilecek durumdaydı. İzlemek istedim biraz.
Yüzünü okşuyordu lavuğun, lavuk da saçlarını O’nun. İzledim bir süre. Gider az
sonra dedim. Nasılsa tanıyorum O’nu; nikâhsız, nişansız yanaştırmaz öyle.
Saat
on ikiyi geçti, perdede gölgeler yok. Kan beynimde ve ben niye bu kadar sinir
olduğumu bile anlamış durumda değilim. Uçağı attım havaya, cama çarpar belki
diye; çarpmadı. Kendimi atasım geldi, atmadım. Geçecekti bu da, beş yıldan beri
sadece kokusunu koklayarak yaşıyordum, şimdi başka biri koklamış çok mu? Evet!
Çok!
Zulada
kalan yarım şişe şarabım vardı. Masaya oturdum, önce şarabı sek içtim hızlı
hızlı sonra sokağa çıktım, uçağı yerden aldım. O’nun kapısına gidecektim, uçağı
verip, doğacak çocuğuna hediye etmesini isteyecektim. Hatta biraz vaktim olsa
masal bile anlatırdım ama anlaşılan lavukla işleri var. Apartmanın kapısına
dayandım. Kapı açıktı, ikinci katta oturuyordu, çıktım. Kapının önünde
bekliyorum. Zili çalmaya cesaretim yokmuş meğer. Beklemek iyidir dedim az daha
bekledim. İçeriden sesler gelmeye başladı; lütfen yapma gibilerinden. Bir
terslik olmalıydı ama benlik bir durum olmasa gerek bu. Az daha bekledim. Küçük
çığlıklar eşlik etmeye başladı. Aklımda tek bir şey var; yaptığı işten aldığı
zevk ne kadardı acaba?
Kulağıma
çalınan imdat sesi ile cüzdanımda bulunan karta davranmam bir oldu. Kartı kapı
aralığına soktum, ileri geri ritmik hareketlerle hemen kapıyı açtım. Seslerin
geldiği odaya gittim. O’nun dudağından ince bir kan sızmakta ve üstündeki lavuk
anlamlı anlamsız şehvet yüklemeye çalıştığı kelimelerle O’nu boğmaya
çalışmaktaydı. Koşmadan önceki birkaç saniye aklımda sadece; gözlerinin içinde
merhamet beliren bir melek ve ne oluyoruz şimdi sorusu?
Kendime
geldiğimde başımdan aşağı dökülen bir kova su olduğunu fark ettim. Ağzından
burnundan kan gelen ve üstündeki atleti yırtılan bir lavuk vardı önümde. Döndüm
O’na baktım. Göt cebimdeki uçağı uzattım, özür diledim. Masal bitmişti ve O
arkamdan gitme diyebilecek kadar bile cesur değildi. Şimdi bakma beşinci
şehirde olduğuma, hâlâ bekliyorum işte. O aramıştır beni mutlaka ama umurumda
değil çünkü ben O’nu bekliyorum…
Halil Kaygun















0 yorum:
Yorum Gönder