Faili malum bir suçun,
görgüsüzlük gösteren gözlemcilerinin gözlerine bakmak, pardon pardon aynaya
bakmak demek istemiştim. "Dur!" demek geldi içimden, ben, o son adımı atmasaydım;
dur derdim aslında ama son adımı ben attım uçurumun kenarından. Geniş bir ovanın
ortasında, sessiz sedasız, hatta selâsız, hatta selamsız kalmış, ufukta
bombalanan şehirlere bakıyorduk. Tan vakti aklarınnın düşmesi gerektiği halde,
çığlıklar eşliğinde yükselen duman bulutları, tüm ışınları engelleyip, ortalığı
karartıyordu. Kırmızılı beyazlı bir inzibat tümeni geçti önümüzden. Sağ
ellerimiz anlımızda, sol ellerimiz, sol baldırımızın üst kısmında, selvi gibi
dikelip selamladık hepsini.
"Oh" dedim, en sonuncusu geçerken önümden, demeseydim. "Oh" yerine, "dur" deseydim. Oh'tan
sonra "dur" da diyecektim, hemen arkama doğru bir adım atmasaydım. Attım, kan ter
içinde bir boşluğa yuvarlandım. Derin bir nefes alıp, gözümü açtım. Kısık yanan
sokak lambasının tül perdeden sızan ışığıyla aydınlanan komodini ve üzerindeki
fotoğrafı seçebildim. Gözümü yumduğum andan itibaren, "Hira dinginliğine
dönüşecek" ortalık diye düşünürken, terliklerimi giyiyordum. Küçük abdestimin
varlığıyla tahrik olan bacak aram, bombalanan bir şehri ve savaşa giden
tankları görecek kadar mı sapıklaştırmıştı bilincimi? Neyse ki kolay yoldan
işeyebildim. Ellerimi yıkamam gerekiyordu. Yıkarken aynaya bakmam. Masum bir
çocuk gördüm, kimliği belirsiz. Tanklar geçiyor aynanın çerçevesinden ve siyah
sıvı damlıyor ellerime. Petrol oluyorum! Beyaz tenim, işemeyle rahatlayan
kasıklarım; hülya içinde hüsrandayım!
Ellerimi
hızlıca yüzüme götürdüm. Bir kısmı yüzüme çarpan, bir kısmı yere dökülen su
damlacıkları, kendime getirdi beni. Kendimdeyim derken; kendim, neredeyim
diyorum! Kimsesiz bir kimse oluyorum. İnsaf et Leyla! Gidelim oralara, bilgelik
zamanlardan kalan cesaretleri ve hiç bitmeyen kitapları yanımıza alıp da
gidelim. Gittiğimiz yerde çocuklar var; adı konulmadan yası tutulan. Kadınlar
var; kadın oldukları kanı gördüklerinde yetmişliklerin ağzını sulandıran.
Askerler var; barışı ve özgürlüğü bir namlunun ucuna dolayıp, göğüsleri
parçalayan! Boynu muskalı adamlar var; boynundaki muskayla boğmadığımız için
suçluluk duyduran.
Tekrar
yatağa oturuyorum. Tuvalet ile yatak arasında, hayatımın sekiz adımlık en uzun
yürüyüşünü yapmış olduğumu fark ediyorum. Ürperiyor, yetim hakkı yemiş gibi
diken diken oluyorum. Kıçıma küçük küçük iğneler batıyor. Kan, beyin
hücrelerimi istila ediyor, kan kokusu alıyorum. Derin bir nefes alıp, bir yudum
su çekiyorum içime. Suyun, boğazımdaki kuruluğu santim santim yok edişini
hissediyorum. Tanklar, askerler, silahlar… Bankacılar, borsacılar, haramiler…
Tefeciler, reklamcılar, sen! Kuşlar,
böcekler, çiçekler… Atlar, develer, öküzler… İnsanlar, Kadınlar, ben!
Sigara
paketimden çakmağımı ve sigaramı çıkarıyorum, saatin akrebine koyayım! İlk
dumandan itibaren rahatlıyorum. Araba sesleri geliyor dışarıdan, hayat başlamak
üzere olmalı. Dışarı çıkıp, bir arabaya bineceğim ve bir kurşun daha vermiş
olacağım bir askerin eline! Ciğerlerime çektiğim hava, içtiğim sigaradan daha
zararlıyken, insanlar "sigara içme" diyecekler yine. Susacağım. Bir çocuk elma
şekeri yerken annesinin eline yapışacak başka bir çocuk mendil uzatacak,
şekerlenen dudakların silinmesi için ve aldığı parayla asla şeker alamayacak.
Büyük tabelalara asılmış çılgın fotoğraflar ve hızlı hızlı koşan insanlar
geçecek önümden. Ellerimde kan gülleri, aklımda Edipler, Sezailer, Ezan
sesleri, sabredişler, sabredişler, sabredişler, sabredişler, sabredişler,
sabredişler, sabredişler…
Sabredişler
abi,
"Beş liralık mı olsun efendim. Hay hay başım üstüne, Rıfat çabuk ol, işi
vardır hanımefendinin!"
-----------
Halil Kaygun















0 yorum:
Yorum Gönder