1 Mayıs 2015 Cuma

Sabredişler




Faili malum bir suçun, görgüsüzlük gösteren gözlemcilerinin gözlerine bakmak, pardon pardon aynaya bakmak demek istemiştim. "Dur!" demek geldi içimden, ben, o son adımı atmasaydım; dur derdim aslında ama son adımı ben attım uçurumun kenarından. Geniş bir ovanın ortasında, sessiz sedasız, hatta selâsız, hatta selamsız kalmış, ufukta bombalanan şehirlere bakıyorduk. Tan vakti aklarınnın düşmesi gerektiği halde, çığlıklar eşliğinde yükselen duman bulutları, tüm ışınları engelleyip, ortalığı karartıyordu. Kırmızılı beyazlı bir inzibat tümeni geçti önümüzden. Sağ ellerimiz anlımızda, sol ellerimiz, sol baldırımızın üst kısmında, selvi gibi dikelip selamladık hepsini.
            
"Oh" dedim, en sonuncusu geçerken önümden, demeseydim. "Oh" yerine, "dur" deseydim. Oh'tan sonra "dur" da diyecektim, hemen arkama doğru bir adım atmasaydım. Attım, kan ter içinde bir boşluğa yuvarlandım. Derin bir nefes alıp, gözümü açtım. Kısık yanan sokak lambasının tül perdeden sızan ışığıyla aydınlanan komodini ve üzerindeki fotoğrafı seçebildim. Gözümü yumduğum andan itibaren, "Hira dinginliğine dönüşecek" ortalık diye düşünürken, terliklerimi giyiyordum. Küçük abdestimin varlığıyla tahrik olan bacak aram, bombalanan bir şehri ve savaşa giden tankları görecek kadar mı sapıklaştırmıştı bilincimi? Neyse ki kolay yoldan işeyebildim. Ellerimi yıkamam gerekiyordu. Yıkarken aynaya bakmam. Masum bir çocuk gördüm, kimliği belirsiz. Tanklar geçiyor aynanın çerçevesinden ve siyah sıvı damlıyor ellerime. Petrol oluyorum! Beyaz tenim, işemeyle rahatlayan kasıklarım; hülya içinde hüsrandayım!

Ellerimi hızlıca yüzüme götürdüm. Bir kısmı yüzüme çarpan, bir kısmı yere dökülen su damlacıkları, kendime getirdi beni. Kendimdeyim derken; kendim, neredeyim diyorum! Kimsesiz bir kimse oluyorum. İnsaf et Leyla! Gidelim oralara, bilgelik zamanlardan kalan cesaretleri ve hiç bitmeyen kitapları yanımıza alıp da gidelim. Gittiğimiz yerde çocuklar var; adı konulmadan yası tutulan. Kadınlar var; kadın oldukları kanı gördüklerinde yetmişliklerin ağzını sulandıran. Askerler var; barışı ve özgürlüğü bir namlunun ucuna dolayıp, göğüsleri parçalayan! Boynu muskalı adamlar var; boynundaki muskayla boğmadığımız için suçluluk duyduran.
                
Tekrar yatağa oturuyorum. Tuvalet ile yatak arasında, hayatımın sekiz adımlık en uzun yürüyüşünü yapmış olduğumu fark ediyorum. Ürperiyor, yetim hakkı yemiş gibi diken diken oluyorum. Kıçıma küçük küçük iğneler batıyor. Kan, beyin hücrelerimi istila ediyor, kan kokusu alıyorum. Derin bir nefes alıp, bir yudum su çekiyorum içime. Suyun, boğazımdaki kuruluğu santim santim yok edişini hissediyorum. Tanklar, askerler, silahlar… Bankacılar, borsacılar, haramiler… Tefeciler, reklamcılar, sen!  Kuşlar, böcekler, çiçekler… Atlar, develer, öküzler… İnsanlar, Kadınlar, ben!
                
Sigara paketimden çakmağımı ve sigaramı çıkarıyorum, saatin akrebine koyayım! İlk dumandan itibaren rahatlıyorum. Araba sesleri geliyor dışarıdan, hayat başlamak üzere olmalı. Dışarı çıkıp, bir arabaya bineceğim ve bir kurşun daha vermiş olacağım bir askerin eline! Ciğerlerime çektiğim hava, içtiğim sigaradan daha zararlıyken, insanlar "sigara içme" diyecekler yine. Susacağım. Bir çocuk elma şekeri yerken annesinin eline yapışacak başka bir çocuk mendil uzatacak, şekerlenen dudakların silinmesi için ve aldığı parayla asla şeker alamayacak. Büyük tabelalara asılmış çılgın fotoğraflar ve hızlı hızlı koşan insanlar geçecek önümden. Ellerimde kan gülleri, aklımda Edipler, Sezailer, Ezan sesleri, sabredişler, sabredişler, sabredişler, sabredişler, sabredişler, sabredişler, sabredişler…

                
Sabredişler abi,

"Beş liralık mı olsun efendim. Hay hay başım üstüne, Rıfat çabuk ol, işi vardır hanımefendinin!"

-----------

Halil Kaygun

0 yorum:

Yorum Gönder