20 Nisan 2015 Pazartesi

Karıncanın Sıkıntıları




Seviyorum seni! Bu gerçek, Kamboçya’daki insanların pirinç tarlasında ölüyor olduğunu örtmez. Hoş, örtse zaten sevdirtmezler seni bana; tıpkı, sana yaptıkları gibi. Meselâ ben fark ettim de Orhan Veli’nin sekizinci sevgilisi karşısında yaşadığı ezikliği yaşamışım senin karşında ve gerçekten iki çıplak sadece hamama yakışırmış. Bizim banyonun duvarları mermerden değil!

Doğduğumda ağlamışım, gittiğinde ağladım, öldüğümde ağladım. Lan ben hep ağladım! Bu da sistemli olarak hayatın bana küfrediş yöntemiydi ve lisede hep arka sırada oturdum. Zaten tütünün tadı acı değil. Vergi almıyorlar sadece; bandrollü sigaradan aldıkları kadar. Hayatımız kıyaslamayla geçiyor ve ihtimaller beni çıldırtıyor. Sen yoksun ya hani, olsan diyorum ya da olma, fark eden sadece mutlu olurum. Ben zaten ne zaman kuşlardan bahsetsem, küresel ısınma artıyor. Allah sabahın köründe, annemin açtığı pencerenin önünde ötüşen kuşların yavrularını sana bağışlasın.

Hâlâ daha kahve köşelerinde sürtüp, tespih sallamaktan zevk alıyorum. Beyaz çorap giyenleri de aşağılamayı başarabildiklerine göre; karıncanın örümceğe duyduğu sevgiden bahsetmemin mahsuru olmaz galiba. Onun bana anlattığı gibi harfi harfine anlatacağım:

-Lan ne yapıyorsun sen?
         -Aha! Sen mi konuştun? Sen nasıl konuştun demeyeceğim; deliyim zaten ben boş ver. Benle konuşma! Çınar muhtarı derler bana.
         -Sırf bu yüzden senle konuşacağım; hatta ağzına sıçmak bile istiyorum senin sayın muhtar!
         -Neden?
         -Ulan be insafsız herif! Her gün gelirsin, şu köşeye oturur simit yersin, bir insan bu kadar mı çok simit susamı döker?
         -Ne olmuş döktüysem? Hem daha iyi değil mi, sonuçta size rızık çıkıyor!
         - Ne demek ne olmuş. Tek düşünen, tek hisseden insanlar mı sanıyorsun? Biz düşünüp hissedemez miyiz?
         -İyi de şimdi ben zaten yarım akılım neden bana patlıyorsun?
         -Bak kardeş, sen iyi bir insana benziyorsun, muhatap aldım konuşuyorum…
         Diyalog böyle giderken, beynimin bedenimi tek ettiğinden şüphem olmamasına rağmen tekrar tekrar delirmenin ıstırabını yaşıyordum. Ama mesele çok farklıymış.
         -Sen şimdi o susamları döküyorsun, ben sırf sen günaha girme diye eşek gibi tek tek topluyorum. Babam, namı diğer karasan, bu bölgeden beni sorumlu tuttu. Ah be abi anla işte, bende iş g*tü yok! Üstelik aşığım ben.
         -Nasıl lan? Sen nasıl âşık olabilirsin?
         -Ben de bilmiyorum: Sibirya buzulunu biliyorum mesela, Okyanusya da bilgilerim arasında ama âşık nasıl olunur bilmiyorum.
         Bundan sonraki safhada, deliliğin tam manada hakkını verebilmek için, karşımdaki bu yaratığa inanmayı tercih ettim.
         -Anlat bakayım nasıl oldu:
         -Ne nasıl oldu? Dalga mı geçiyorsun sen benimle? Oldu işte, nasılı mı var!
         -Ne soracağımı bilmiyorum ama her sevenin değil de her aşkı hissedenin bir hikâyesi vardır, sen anlat bakalım.
         -Anlatacak bir şey yok ki. Bizim hayat durağan zaten. Yumurtadan çıkarsın, az biraz baban bakar sonra çalışmaya başlarsın. Adetlere bağlı yaşarız. Babam burada çalış der, o ölse bile orada çalışırım. İlk gündü işte, senin simit yediğin yerde çalışacaktım ben. Babam önde, ben arkada, geldik rızık mekânına. Al, dedi, burası senin, burada çalışacaksın, eve getireceksin tüm yiyecekleri, dedi. Tamam demim. O döndü, kendi mıntıkasına gitti. Gün öğleye gelmişti. Evin kokusu burnumda, sırtımda kocaman bir susam, evin yolunu tutmuştum. Malum örümcekler düşmandır bize ama o işte düşman gibi gelmedi gözüme. Uzaktan öylece bakakaldım. O da bana baktı galiba. Gözlerim biraz bozuk benim, yumurtadan çıkarken kabuk kaçmış. Susam sırtımda yavaş yavaş yaklaştım yanına. Annem, dedi. Hop anladım ben olayı, susamı bıraktığım gibi topuk! Eve gittiğimde nasıl bir sopa yedim anlatamam.
         -Sizde de sopa var mı?
         -Olmaz mı! Sen ne sandın?

          Aslında ben bir şey sanmamıştım. Ama anlattıklarını anlamak istiyordum ve devam etmesi için yalvarabilirdim. O susmuş, uzaklara dalmıştı. Alınıp alınmayacağını düşünmeden, devam eder misin, karınca kardeş, dedim. Demez olaydım, yumdu gözünü açtı ağzını:

          -İşte o gün babam anladı benim tembel olduğumu, gurur meselesi yaptı, her gün kendi mıntıkasından sonra gelir buraya, bakar, eğer tek susam tanesi kalmışsa hapı yuttuk demektir. Lan kardeşim, sen günaha girme diye yapıyorum ben bu işi. Ne olur yani dökmesen? Ben de yengenle iki dakika fazla bakışsam? Tabi sen anlamazsın, muhtar demişin adını, silmişin aklından eğlenmeyi, kadını. Hoş daha mantıklı yaptığın ama gözünün yağını yiyeyim, dökme şu susamı. Valla biliyorum, o örümcekten bana yar olmaz, annesi görürse tek kozada hapseder beni. Hatta kurtulma ihtimalimi düşünerek; direk yer. Zaten boyum ne kadar ki benim! Anlaştık biz hatunla, az daha zaman geçsin, köşedeki denize atlayacağız beraber, sonrası Allah Kerim!

         Köşedeki kanalizasyon boşluğundan bahsederken, deniz dedi oraya. Bozuntuya vermedim. Keşke verseydim, ben de böyle hayaller kurardım seninle ama olmadı ve bu hâldeyim. Onun da olmazsa benim halime düşmek zorunda kalacak.  Düşsün zaten, ne olacak, karınca zaten o, atlatır bir şekilde, atlatamazsa da bir fil gelir, o da onunlar konuşur…


______________________________________

Halil Kaygun

0 yorum:

Yorum Gönder