Seviyorum
seni! Bu gerçek, Kamboçya’daki insanların pirinç tarlasında ölüyor olduğunu
örtmez. Hoş, örtse zaten sevdirtmezler seni bana; tıpkı, sana yaptıkları gibi.
Meselâ ben fark ettim de Orhan Veli’nin sekizinci sevgilisi karşısında yaşadığı
ezikliği yaşamışım senin karşında ve gerçekten iki çıplak sadece hamama
yakışırmış. Bizim banyonun duvarları mermerden değil!
Doğduğumda ağlamışım, gittiğinde
ağladım, öldüğümde ağladım. Lan ben hep ağladım! Bu da sistemli olarak hayatın
bana küfrediş yöntemiydi ve lisede hep arka sırada oturdum. Zaten tütünün tadı
acı değil. Vergi almıyorlar sadece; bandrollü sigaradan aldıkları kadar.
Hayatımız kıyaslamayla geçiyor ve ihtimaller beni çıldırtıyor. Sen yoksun ya
hani, olsan diyorum ya da olma, fark eden sadece mutlu olurum. Ben zaten ne
zaman kuşlardan bahsetsem, küresel ısınma artıyor. Allah sabahın köründe,
annemin açtığı pencerenin önünde ötüşen kuşların yavrularını sana bağışlasın.
Hâlâ daha kahve köşelerinde sürtüp,
tespih sallamaktan zevk alıyorum. Beyaz çorap giyenleri de aşağılamayı
başarabildiklerine göre; karıncanın örümceğe duyduğu sevgiden bahsetmemin
mahsuru olmaz galiba. Onun bana anlattığı gibi harfi harfine anlatacağım:
-Lan ne yapıyorsun sen?
-Aha! Sen mi konuştun? Sen nasıl
konuştun demeyeceğim; deliyim zaten ben boş ver. Benle konuşma! Çınar muhtarı
derler bana.
-Sırf bu yüzden senle konuşacağım;
hatta ağzına sıçmak bile istiyorum senin sayın muhtar!
-Neden?
-Ulan be insafsız herif! Her gün
gelirsin, şu köşeye oturur simit yersin, bir insan bu kadar mı çok simit susamı
döker?
-Ne olmuş döktüysem? Hem daha iyi değil
mi, sonuçta size rızık çıkıyor!
- Ne demek ne olmuş. Tek düşünen, tek
hisseden insanlar mı sanıyorsun? Biz düşünüp hissedemez miyiz?
-İyi de şimdi ben zaten yarım akılım
neden bana patlıyorsun?
-Bak kardeş, sen iyi bir insana
benziyorsun, muhatap aldım konuşuyorum…
Diyalog böyle giderken, beynimin
bedenimi tek ettiğinden şüphem olmamasına rağmen tekrar tekrar delirmenin
ıstırabını yaşıyordum. Ama mesele çok farklıymış.
-Sen şimdi o susamları döküyorsun, ben
sırf sen günaha girme diye eşek gibi tek tek topluyorum. Babam, namı diğer
karasan, bu bölgeden beni sorumlu tuttu. Ah be abi anla işte, bende iş g*tü
yok! Üstelik aşığım ben.
-Nasıl lan? Sen nasıl âşık olabilirsin?
-Ben de bilmiyorum: Sibirya buzulunu
biliyorum mesela, Okyanusya da bilgilerim arasında ama âşık nasıl olunur
bilmiyorum.
Bundan sonraki safhada, deliliğin tam
manada hakkını verebilmek için, karşımdaki bu yaratığa inanmayı tercih ettim.
-Anlat bakayım nasıl oldu:
-Ne nasıl oldu? Dalga mı geçiyorsun sen
benimle? Oldu işte, nasılı mı var!
-Ne soracağımı bilmiyorum ama her
sevenin değil de her aşkı hissedenin bir hikâyesi vardır, sen anlat bakalım.
-Anlatacak bir şey yok ki. Bizim hayat
durağan zaten. Yumurtadan çıkarsın, az biraz baban bakar sonra çalışmaya
başlarsın. Adetlere bağlı yaşarız. Babam burada çalış der, o ölse bile orada
çalışırım. İlk gündü işte, senin simit yediğin yerde çalışacaktım ben. Babam
önde, ben arkada, geldik rızık mekânına. Al, dedi, burası senin, burada
çalışacaksın, eve getireceksin tüm yiyecekleri, dedi. Tamam demim. O döndü,
kendi mıntıkasına gitti. Gün öğleye gelmişti. Evin kokusu burnumda, sırtımda
kocaman bir susam, evin yolunu tutmuştum. Malum örümcekler düşmandır bize ama o
işte düşman gibi gelmedi gözüme. Uzaktan öylece bakakaldım. O da bana baktı
galiba. Gözlerim biraz bozuk benim, yumurtadan çıkarken kabuk kaçmış. Susam
sırtımda yavaş yavaş yaklaştım yanına. Annem, dedi. Hop anladım ben olayı,
susamı bıraktığım gibi topuk! Eve gittiğimde nasıl bir sopa yedim anlatamam.
-Sizde de sopa var mı?
-Olmaz mı! Sen ne sandın?
Aslında ben bir şey sanmamıştım. Ama
anlattıklarını anlamak istiyordum ve devam etmesi için yalvarabilirdim. O
susmuş, uzaklara dalmıştı. Alınıp alınmayacağını düşünmeden, devam eder misin,
karınca kardeş, dedim. Demez olaydım, yumdu gözünü açtı ağzını:
-İşte o gün babam anladı benim tembel
olduğumu, gurur meselesi yaptı, her gün kendi mıntıkasından sonra gelir buraya,
bakar, eğer tek susam tanesi kalmışsa hapı yuttuk demektir. Lan kardeşim, sen
günaha girme diye yapıyorum ben bu işi. Ne olur yani dökmesen? Ben de yengenle
iki dakika fazla bakışsam? Tabi sen anlamazsın, muhtar demişin adını, silmişin
aklından eğlenmeyi, kadını. Hoş daha mantıklı yaptığın ama gözünün yağını
yiyeyim, dökme şu susamı. Valla biliyorum, o örümcekten bana yar olmaz, annesi
görürse tek kozada hapseder beni. Hatta kurtulma ihtimalimi düşünerek; direk
yer. Zaten boyum ne kadar ki benim! Anlaştık biz hatunla, az daha zaman geçsin,
köşedeki denize atlayacağız beraber, sonrası Allah Kerim!
Köşedeki kanalizasyon boşluğundan
bahsederken, deniz dedi oraya. Bozuntuya vermedim. Keşke verseydim, ben de
böyle hayaller kurardım seninle ama olmadı ve bu hâldeyim. Onun da olmazsa
benim halime düşmek zorunda kalacak. Düşsün zaten, ne olacak, karınca zaten o,
atlatır bir şekilde, atlatamazsa da bir fil gelir, o da onunlar konuşur…
______________________________________
Halil Kaygun















0 yorum:
Yorum Gönder